Feci bir güzellikte yağmur yağıyor. Şırıl şırıl hemde. Taştan yapılmış dört duvar evler iyi ki var. Onların çatıları olmasa sesi de gelmeyecek yağmurun. Zeminin sesinin ulaşamayacağı yükseklikteyiz çünkü. Ağaçlar var ve fakat çok yakında ormanda var ama ağaç yapraklarına değen yağmur tanelerinin sesi gelmez bu uzaklığa.
Her zaman ki gibi mest olmuşum sese, açıyorum efsane film dedikleri ve fakat hiç izlemediğim The Godfahter’ın müziğini. İnceden inceye çalıyor arkadan. Bir tek şöminede yanan odunların çatırdama sesi eksik.
“Nino Rota” diye bağırıyorum. “Yağmur yağarken mi besteledin bunu sen?”
Şile otobanına yaklaşık bir kilometre uzakta olduğumuz için görüntüsü var fakat arabaların sesleri çok fazla rahatsız etmiyor. Keyfim gıcır gibi. Hava çok güzel. Yağmurdan olsa gerek. Sonra bir puro yakıyorum. Sigara gibi kolay yanmıyor bu melet, üç dört sefer harlamak gerekiyor ateşle. Çekiyorum içime, yoğun bir duman. Öksürecek gibi oluyorum, çok acı bi şeymiş bu puro. Şimdi bir tek viski veya kırmızı şarap eksik. Şimdi kim gidip alacak? Hemde bu yağmurda? İyi hoşta zaten ben viski de içmem, şarapta! İyi ki yokmuş diyorum. Kahve gider yanında diyorlar, ondan dolduruyorum bir tane. İçime yağmurun kaldırdığı toprak kokusunu bir daha çekiyorum. Sonradan öğreniyorum ki puro öyle laap diye içilmiyormuş. Soğutarak, dumanı ağzında tutup, burundan vermek gerekiyormuş. Ben ne bileyim! Tek sevindiğim sigara gibi çabuk bitmemesi. Küba’dan mı geldin mübarek! Biten müziği tekrar başa sarıyorum. Sonra bir daha başa. Nino Rota, sen çok yaşa… Sonradan öğreniyorum ne yazık ki, 1979 senesinde kaybetmişiz ustayı. Başımız sağ olsun. Çekmeköy’den İtalya’ya hürmetler ve saygılar efenim.
İlk defa bardağın içindeki kahveyi tam olarak içiyorum, bitiyor. Bardağın dibini de gördük bu sefer, ağzımla mı içtim ne oldu acaba? Hemde soğumadan. Yakından geçen arabaların lastiklerinden çıkan su sesleri bir daha aklıma getiriyor yağmuru. Haftalar öncesinde giydiğin kıyafetinin cebinde unuttuğun yüksek meblağ para bulmuşsun hissi getiriyor, seviniyorum ve sırıtıyorum salak gibi. İnsan düşünmeden edemiyor, eğer bu paralar sağlamsa, temizlenmemiş demek ki bu kıyafetler. Ne işi var temiz kıyafetlerin yanında?
Saçma ve gereksiz şeyleri bir kenara atıp dışarıya doğru bakıyorum. Gözümün menzilinde tam dört tane inşaatı devam eden yapılar var. Sürekli inşaatlar var! Allasen bu kadar ev kimin için? “Hiç mi korkmuyorsunuz bu kadar ev ya satılmazsa?” diye soruyorum, “düğün sezonu açıldı, bunlar yetmiyor bile” diye cevap alıyorum. Nereden buluyor bu insanlar evlenilecek insanları diyorum puromda bir duman daha çekerek. Nerede yaşar bu insanlar ve ne yaparlar ve nasıl bir birlerini bulurlar? “Salak mısınız siz?” diyorum, sonra gözüme Süveyda’nın başı önünde bir fotoğrafı beliyor aklımda. Şimşek çakıyor sonra beynimde. Ben aklımın bir oyunu sanarken yağmurun hızlanmasıyla anlıyorum, paralel bir biçimde çakıyor şimşekler, yıldırımlar düşüyor görmediğimiz yerlere. “Evet!” diyorum, yine de evlilik çok saçma!
Hava soğumuş olabilir, hatta soğumuş bile. İçeriye geçeyim de bu sefer içimden gelenleri yazayım derken, yazıyorum işte. Benim iç sesim değil, yağmurun sesiymiş tüm bunlar meğerse.
Arkadan sesler gelmeye başlıyor “saat kaç oldu?” diye. Kafamı çevirip bakmıyorum bile, “kaçsa kaç? saatle işimiz ne!” diyecek gibi oluyorum, demiyorum. Sonra “Yuh be! Bu kadar da olmaz!” diye sarsılmalar hissediyorum. Bu nasıl bir sallantıdır, anlam veremiyorum. Bu yıldırım her nereye düşüyorsa şimdiden söyleyeyim kaçsınlar, kurtarsınlar kendilerini. Sanki iki el tutmuş sallıyormuş gibi bir sarsıntı. Bütün dünyayı almış iki eli arasına kafasına göre sallıyor. Sinirleniyorum aynı zamanda. Ne bu şiddet canım! Bırakın da insanlar yağmurun tadını çıkarsın özgürce, korkmadan! Ne bu kıskançlık, ayıptır yahu!
“Asıl sana ayıp ulan! Akşam ezanı okunacak birazdan sen hala öküz gibi uyuyorsun, kalk!”